11 Şubat 2010 Perşembe
















Bir elin kendisinin değil gölgesinin duvara dokunduğu anı tespit etmek için bir mental klinikte mi vakit geçirmek gerekir? Yoksa duvarların gölgesi duvarlara vurmadığı için mi – henüz hiçbir hasta kapıyı çalmadan bile önce – bir mental klinik zaten hep varolmuştur? Mavi, gölgesiz bir duvara vardığı an bir kapı açılacakmış gibi uzanan bu elin işaret ettiği şeye belki de kulak vermemiz gerekmektedir. Bir :mentalKLINIK sergisinde olduğumuza göre ellerden kulak, kulaklardan göz olabilir ve hatta başımızın üstünde yürüyemediğimiz için azıcık canımız sıkılabilir.


Galerist’de yer alan sergiye adım attığınızda girişi sağ ve sol yan girişlere bölen bir duvar üstüne projekte edilen “Blink 01” görselliği gözün kamaşma anına indirgeyerek deliğe hangi kapıdan girersek girelim, tökezleyerek gireceğimizin haberini vermekte ve “iki nokta üstüste”’ye adım atmanın kendine has riskleri olabileciğinin altını çizmekte; :mentalKLINIK yanlış imlanın sınırlarında dolaşarak doğru olanın parodisini çıkarmakta, Hegel’i tersyüz ederek, tarihte trajedi oluşturan olayların ikinci defa olduklarında bir farce’a dönüşmektense, herşeyin baştan bir humour olarak varolduğunu ama bunun ancak bir mental klinik çerçevesi içinde gerçekleşebileceğini göstermektedir.

Sağdan ya da soldan: hangi yönden girilirse girilsin hiçbir şey değişmeyecektir. Önemli olan aynı anda titreşmeye başlayan serilerin rezonansa girmesidir. “Herkesin bildiği gibi” giriş tamlamaları “hiçkimsenin bildiği gibi” bir seriyi rezonansa çağırınca, Alice tavşandeliğinden aşağı yuvarlanır ve tepetaklak olmuş bir dünyaya girer. İnsanlar büyüdükçe aynı zamanda küçülmekte ve her sözcüğün anlamı ve her nesne ile özne’ye verilen adlar her an değişmekte, yalnız imla değil, dilde anlam ürettiğimiz hep o varsayılan gösteren ve gösterilen arasındaki ilişki altüst edilmektedir. “Tune” adı verilmiş iri siyah delik böylesine bir düşüş anında hiçbirşeye benzetilmeden, metafor kullanmadan deneyimlenmesi gereken bir “obje” olarak karşımıza çıktığında aynalar ayna görevi üstlenmekten sıkılıp yüzeyin ışıltısını saçmaya başlamakta, ufuksuz bir ufuğun yollarını açmaktadır. Ufuksuz ufuk ne kör ne de sağır olmak anlamına gelir: renk, ses, “form”un sıfırlandığı, insanın görme eyleminin kendisini gördüğü, duyma eyleminin kendisini duyduğu andır.





Birbirinin aynadaki aksi olacak şekilde yerleştirilmiş “True Blue (right)” ile “True Blue (left)” adlı duvara dokunan el videoları arasına yerleştirilmiş hiçbir ayna olmadığına göre, bu eller tAVŞANdELİĞİ’ne giden yola işaret etmekte ya da görsel bir “tinnitus”a davetiye çıkartmaktadırlar. Tinnitus olmayan sesleri duymak, ya da kulak deliği sonundaki kılcal kılların hiçbir uyarıcı olmadan harekete geçerek duyma efekti yaratmasıysa, :mentalKLINIK’in elinde bu durum bağımsızlıklarını ilan etmiş objelerin yer yer titreyip bir deprem hissine yolaçtığı ya da görme eylemini görselliğin nesnesini bozarak, yıpratarak “Eclipse” adlı işlere dönüştüğü görsel ve işitsel bir tinnitus alanı yaratmaktadır. Yasemin Baydar ile Birol Demir’in başarısı ise tam da tinnitus’ta olduğu gibi objelerin, seslerin kaynaklarını başarıyla silmiş, kaybetmiş olmalarında yatıyor ve tinnitus işte tam bu anda yalnızca işitsel bir rahatsızlık olmaktan çıkıp özgürleştirici bir ufuksuz ufuğa dönüşüyor.



Böyle bir anda renklerden geriye ne kalır? Daha girişte, seriler karşımıza çıkmadan, ya da rezonansa girmeden duvarda yanıp sönen, gözkamaştıran Blink 01’den tahmin edeceğimiz gibi renkler can çekişecektir tAVŞANdELİĞİ’nde. “Bias 01” ile “Bias 02” adlı işlerde metal levhalar arasından herşeye rağmen sızan, pembe polimer reçine sergi salonuna geri dönmek için çaba göstermişse de, bu dışarıdan yaptığı saldırıda başarısız olmuş, sadece ufuksuz ufkun ufuksuzluğuna tatsız bir perspektif müdahelesi olarak kalmıştır. Karşı duvarda yer alan “Eclipse” adlı seride zaten bu müdaheleye ancak bir mental klinikte verilebilecek bir yanıt verilmektedir: kolaylıkla bir deprem güncesi olarak da algılanabilecek bu işlerde – ki algılanmaması için hiçbir neden yoktur – birbiri üstünden kayan yüzeyler formun ve rengin bir eklipse tabi tutulduğu kutucuklarda görselliği yüzeye yaymakta, tıpkı Deleuze’ün Alice Harikalar Diyarında adlı kitabı için söylediği gibi, derinliğin ancak yüzeyde olabileceğini söylemektedirler. Renk ve form sanatsal çabayı “anlam” ın derinliklerine çekmektedir ama yüzeyde kalabilmek form ve renge sahip olmadan, yani bir derinlik kazanmadan, kendini dalgaların akışına bırakarak, yüzeyde kalabilme çabası gerektirir. Durum bir anlamda Kafka’nın yüzmeyi bilmediği halde yüzme şampiyonu olmuş yüzücüsüne benzer. Eğer yüzey, anlamaktan çok alımlamaya, “duyu”ya dayalı bir mantığın işlediği alansa, az ileride yerde kıvranan, titreyen boruların (Twitter) yarattığı deprem duyumu sergide yeralan serilerin birbiriyle girdiği rezonansın görselleşmesi ve işitselleşmesi olarak görülebilir. Rezonans bu anlamda sadece ses birimleriyle işlemez, ama aynı zamanda görselliği oluşturan birimleri biraraya getirerek form ve renk ile alaylı bir ilişki sağlar.
Edgar Varése bir zamanlar kendi yaratmaya çalıştığı müzik kavramı için şöyle birşey demişti: “Ses organizasyonu.” Bu tanım geleneksel bir kompozisyon kaygısından uzak durarak sesleri bir kristalleştirme sürecine tabi tutmak anlamına geliyordu. tAVŞANdELİĞİ’nde kristalleşme işitsel ve görsel anlamda işlemekte ve ortaya çıkan “görses” organizasyonda kutulara ya da çerçevelere sokulan görsel ve işitsel malzemeler kristalleşerek içine tıkıldıkları işleri içten bozup çözüntüye uğratıyor, estetik ve estetik olmayan arasındaki o ince, karar verilemeyen çizgiden, estetik olandan taşarak